| 
			
			
			 
				  
			
				
				MERSİN GEZİSİ 
				
				
				2 - 3 Mayıs 2009 
			
				  
			
					
						
							| 
							 Mersin Valiliği’nin daveti üzerine 
							yaptığımız gezinin heyecanını, dernekte bir gün 
							önceden, toplanma yeri ve zamanı kararlaştırılırken 
							yaşamaya başlamıştık bile. Yolların çağırısına kulak 
							veren FOTOSEL ekibi içinde, ilk defa bu heyecanı 
							tadacak arkadaşlarımızın da olması bizleri oldukça 
							sevindirdi. Fotoğraf eğitim kursunu bitiren Ayşe, 
							Bahar, Mehmet ve Özgür ilk defa çekim gezisine 
							çıkacaklardı. İşte onlarda da fotoğraf çekme 
							heyecanın ilk kıvılcımları başlamıştı.  
							      
							Ertesi gün saat 05.30 da hareket etmek için her 
							zamanki yerimizde toplanmaya başladık. Şehrin yeni 
							yeni aydınlanıyor olması, sokaklarda neredeyse 
							bizlerden başkasının olmaması, sükûnet içinde 
							binaların görüntüsü, alabildiğince sessizlik. Bu 
							sessizliğin içinde yola çıkacak olmak, kargaşadan 
							uzaklaşacak olmak kendimizi çok iyi hissettirecekti. 
							Evet, hareket saati gelmişti. Bu arada hafiften 
							hafiften acıktığımızı hissettik… Daha hareket 
							etmeden hazırladığımız yolluklardan birer parça 
							atıştırdık. Düştük yollara. İşte gidiyoruz. 
							Konya’nın düz yollarında, şoförümüzün bizim kadar 
							şanslı olmadığını düşünerek eee ne de olsa sürekli 
							direksiyon başında olacaktı, yarım kalmış uykumuza 
							devam ederek, Sertavul’da açtık gözümüzü. Orada yol 
							üstünde küçük bir kır kahvesinde, siyah ve yeşil 
							zeytin eşliğinde böreklerimizi, keklerimizi, 
							poğaçalarımızı çayla beraber büyük bir iştahla 
							yedik. Mersin Fotoğraf Derneği’nden arkadaşlarımızla 
							buluşmak üzere, Evliya Çelebi’nin  “Ustasının 
							elinden yeni çıkmış gibi duruyor” diye bahsettiği 
							Mut Alahan Manastırı’na dik ve virajlı bir yoldan 
							ulaştık.     | 
						 
						
							|   | 
						 
						
							
							
								
									| 
									 
									   | 
								 
								
									| 
									 
									
									Fotoğraf: Baki Özgür Tugay  | 
								 
							 
							 | 
														 Burası dini bir kompleks olup, M.S. 440–442 yılları 
							arasında yapılmış olduğu tahmin edilen ve nefis bir 
							manzaraya hakim; Orta Toroslar’da 1000-1200m 
							yükseklikte, zirveye yakın, Göksu Vadisi’ne bakan 
							dik bir yamaca konumlanmış ve teraslar üzerine inşa 
							edilmiş geç Roma dönemine ait bir kompleks. Batı 
							tarafından itibaren sırasıyla bir mağara kilisesi, 
							bir Bazilika(Batı Kilisesi), bir vaftizhane, küçük 
							bir mezarlık ve bir diğer Bazilika’dan (Doğu 
							Kilisesi) meydana gelmiş. Tüm bu yapılar sütunlu bir 
							yürüme yolu ile birbirine bağlanmış. Kiliselerin 
							süslenmesinde taş oymacılığının mahir eller 
							tarafından, ustaca yapılmış olduğu, bu gün bile 
							gözlerimizden kaçmadı. İsa’nın havarilerinden 
							Tarsus’lu Pavlus  (Sen Paul) ve yine Tarsus'ta 
							yaşamış Hıristiyanlığın öncülerinden Barnabes, MS 41 
							yılında Hıristiyanlığı yaymak için Anadolu’da 
							çeşitli yolculuklar yapmışlar. Bu azizlerin gezileri 
							sırasında konakladıkları hemen her yerde anılarına 
							tapınaklar yapılmış. Fakat o tarihte Hıristiyanlık 
							henüz resmi din olmadığından ve ibadet gizli 
							olduğundan tapınakların da gözden uzak ve ulaşımı 
							güç yerlerde olması tercih edilmiş. Önce etrafı 
							şöyle bir kolaçan ettik. Fotoğraf çekme işlemine 
							büyük bir hevesle hemen başladık. Hava olağanüstü 
							güzellikteydi.  Konya’da henüz hissedemediğimiz 
							sıcaklığı yavaş yavaş hissetmeye başlamıştık. Işık 
							bizden yanaydı, keyifle çekimlerimizi yaptık. MFD 
							üyesi Selami Türk ve arkadaşları geldiler. Hemen 
							ayaküstü tanıştık, onlar da çekimlerini yaptılar ve 
							rehberimiz Selami Bey’i takip etmeye başladık. 
							İstikamet Yerköprü Şelalesi.  | 
						 
						
							|   | 
						 
						
							
							
								
									| 
									 
									   | 
								 
								
									| 
									 
									
									Fotoğraf: Bahar Keleş  | 
								 
							 
							 | 
							
							 Yerköprü Şelalesi: Mut-Gülnar-Ermenek üçgeninde, 
							Toros Dağları’nın derinliklerinde yer alıyor. Mut 
							ilçe merkezine 35 km uzaklıkta bir doğa harikası. 
							110 milyon yıl önce kireç taşlarının faylanması 
							sonucu çok dar bir kanyonun oluşması ve yine bu 
							faylanmaya bağlı bol karbonatlı su taşıyan bir 
							kaynak suyunun varlığı ile ortaya çıkmış. 
							Edindiğimiz bilgilere göre halen bu oluşum devam 
							etmekte. 2001 yılında Çevre ve Orman Bakanlığı’nca 
							Tabiat Anıtı olarak tescillenmiş. Görsel zenginliği 
							ile Ermenek Çay’ı üzerinde 30 m yükseklikten akan 
							bir şelale. Kıvrım kıvrım yollar, bir yanımız dağ 
							bir yanımız uçurum. Jip safari yapmaya uygun, tozlu 
							topraklı, inişli çıkışlı bir parkur. 
							  | 
						 
						
							|   | 
						 
						
							| 
							
							 | 
							
							 Benim için 
							adrenalin, heyecan, tarih ve kültür hepsi bir 
							arada. Ben çok keyif aldım ama başı dönen ve midesi 
							bulanan arkadaşlarım bu keyfi pek yaşayamadılar. 
							Aracımızı yürüme mesafesinde bir yamaca park ettik. 
							Şimdi hep beraber keyiflenecektik çünkü muhteşem bir 
							manzara ile karşı karşıyaydık. Ulu çınarlar 
							arasında,10 dakikalık bir yürüyüşten sonra şelalenin 
							nağmelerini işitmeye başlamıştık, ne güzel bir 
							terennüm. Merdivenlerden inip neredeyse şelalenin 
							ayakucuna ulaşmıştık. Kısa bir yürüyüşle kan ter 
							içinde kalmıştık ama şelalenin serinletici akışı 
							içimizi ferahlattı… Şelale; yüreğinden kopup gelen 
							esintisini bizlere göndermekten hiç çekinmedi. 
							Büyüleyici bir manzara, turkuazın en güzel tonu. 
							Haşmetli çınar ağaçları etrafını alabildiğince 
							süslemiş, sanki koruma altına almışlar, dalları ile 
							kol kanat germişler gibi. Her birimiz en güzel 
							karelerini çekmeye çalıştık. Bizim için salına 
							salına akıyordu ve yine bizim için en güzel 
							türkülerini söylemeye devam edecekti. Kim bilir 
							belki de Karacaoğlan ve Karakızın aşkını 
							fısıldayacaktı.  | 
						 
						
							|   | 
						 
						
							
							
								
									| 
									 
									   | 
								 
								
									| 
									 
									
									Fotoğraf: Ayşe Yüksel  | 
								 
							 
							 | 
							
							 Geldiğimiz yoldan geri dönmeye başladık ve benim 
							için yine inanılmaz bir keyifti. Yol üstünde bir 
							yörük ailesini gördük, onlarla biraz sohbet ettik ve 
							izinleri ile fotoğraflarını çektik. Zor şartlar ve 
							zor yaşamlar. Biraz daha ilerleyince nefes kesen bir 
							gelincik tarlasının içinde bulduk kendimizi. 
							Gelincikleri görür görmez kendimizi ne çabuk 
							içlerine atmışız. Bu güzelliğin içinde olmak 
							bambaşka bir zevkti. İşte dağlarına bahar gelmiş 
							memleketimin. Her yanımız, börtü böcek, kuş, çiçek, 
							çam, ardıç her tarafa yayılan kekik kokusu. Yaşamak 
							ne güzel…  | 
						 
						
							|   | 
						 
						
							| 							 Neredeyse yemek yemeyi unutmuştuk. Selami Bey’in 
							önerisi ile çınar ağaçlarıyla kaplı, olabildiğince 
							dinlendirici olan mesire alanı Karaekşi’ye gittik. 
							Roka salatasının en lezzetlisini, alabalığın en 
							tazesini yedik, cezbedici rengiyle acılı 
							şalgamlarımızı içtik. Saatlerdir süren 
							hareketliliğimizin sonucu hissettiğimiz yorgunluğu, 
							birazcık da olsa üzerimizden attık. Şimdi yine yola 
							koyulma zamanı. Uzuncaburç.   | 
						 
						
							|   | 
						 
						
							
							
								
									| 
									 
									   | 
								 
								
									| 
									 
									
									Fotoğraf: Mehmet Zahit Gazi  | 
								 
							 
							 | 
							
							 Kırobası yolundan düştük Uzuncaburç yollarına. 
							Denizden 1200 metre yükseklikte, Doğu Akdeniz’in en 
							etkileyici ören yeri sayılan Uzuncaburç eski bir 
							Hitit yerleşimi. Helenistik çağda merkezi 
							Uzuncaburç'un 4 km doğusundaki (ura) Olba 
							Krallığı'nın ibadet yeri olan bugünkü Uzuncaburç 
							yerleşim yeri, Roma döneminde, İ.S. 72 yılında 
							İmparator Vespasianus zamanında Olba'dan ayrılarak 
							Diocaesarea (Tanrı-İmparator Kenti) adıyla özerk, 
							kendi adına para basabilen yeni bir site durumuna 
							getirilmiş. Diocaesarea'daki Zeus Tapınağı, burç ve 
							piramit çatılı anıtmezar Selefkoslar, yani 
							Helenistik; sütunlu cadde, tiyatro, tören kapısı, 
							çeşme, Şans Tapınağı ve Zafer Kapısı Roma döneminden 
							kalma yapılarmış. V. yy'da Hıristiyanlığın yörede 
							gelişmesi ile Zeus Tapınağı kiliseye dönüştürülmüş, 
							ayrıca yeni kiliseler de yapılmış. Bizans döneminin 
							ardından Anadolu Türkleri buraya şehrin sembolü olan 
							yüksek burcun ismini vererek "Uzuncaburç" demişler. 
							 
							 Girişte bizi çok güzel bir sürpriz karşıladı. Halk 
							Dansları Yarışmasına katılacak olan ekip orada 
							çalışma yapıyordu. Bizler için Güzel bir Silifke 
							Oyunu sergilediler, başarılar dileyip Uzuncaburç 
							ören yerine geçtik. Akşam kendini ağır ağır 
							hissettirmeye başlamıştı. Sıcaklık yüksekliğin de 
							etkisi ile birden bire düştü. Yine de güzel bir ışık 
							altında çekimlerimizi yaptık. Sonra ısınmak için 
							yöreye özel kenger kahvelerimizi içtik. Osman Bey’in 
							önerisi ile ben kahvemi üzüm eşliğinde içtim ve 
							unutamayacağım bir tat damağımda kaldı.     | 
						 
						
							|   | 
						 
						
							| 							 Artık 
							yavaş yavaş Mersin’e dönme zamanı gelmişti. MFD 
							üyesi arkadaşlarımızla vedalaşıp, gece saat 22.30 
							civarında Mersin’e ulaştık. Orman Genel 
							Müdürlüğü’nün misafirhanesine eşyalarımızı bırakıp 
							tantuni yemeye gittik. Nefis bir tantuninin üzerine 
							sıcacık künefelerimizi yedik. Yataklarımıza 
							kendimizi attığımızda ertesi gün olmuştu. 17 saatlik 
							bir gezinin yorgunluğu ancak deliksiz bir uyku ile 
							atılırdı.  | 
						 
						
							|   | 
						 
						
							| 
							
							 | 
							
							 Hepimiz sabahleyin saat 09.00 da hazırdık ve 
							kahvaltının en güzelini yapmak üzere sahil yoluna 
							gittik. Hakikaten muhteşem bir kahvaltı yaptık ve 
							arkadaşımız Bahar’ın o an öğrendiğimiz doğum gününü 
							sürpriz bir pasta ile kutladık. Çok keyifli bir 
							kahvaltıdan sonra yine FOTOSEL’i yollar çağırıyordu. 
							Önce limana gittik ve kısa bir tekne turu yaptık. 
							Sırada Kanlı Divane vardı. Geçmişte birçok 
							medeniyete ev sahipliği yapan ve M.Ö. 11. yüzyılda 
							kurulduğu tahmin edilen Mersin’in Erdemli ilçesine 
							bağlı Ayaş beldesindeki Kanlı Divane Antik Kenti.  | 
						 
						
							|   | 
						 
						
							| 
							 
							   | 
						 
						
							| 
							 
									
									 Fotoğraf: Osman Ermişler  | 
						 
						
							|   | 
						 
						
							| 
							 
							Kanalıdivane, Erdemli-Silifke yolunun 3 km 
							kuzeyinde, antik çağdaki adı Kanytelleis olan kent 
							büyük bir obruğun etrafına kurulmuş. Helenistik, 
							Roma ve Bizans dönemlerinde yerleşim merkezi olarak 
							kullanılmış. Helenistik Kule, bazilikalar ve 
							nekropoller en önemli arkeolojik kalıntılarıdır. 
							Efsaneye göre suçlular bu çukura atılır ve vahşi 
							hayvanlara yem yapılırlarmış. Belki de Kanlıdivane 
							adı buradan geliyor. Güney yamacında 5 kişilik bir 
							ailenin, kuzey yamacında ise elinde kılıç tutan bir 
							askerin kabartmalarının bulunduğu çukura patika ve 
							merdivenlerle inilebiliyor. Çukurun kuzey kenarında 
							kentin şu anda ayakta kalan en büyük yapısı olan 
							bazilikanın duvarları yükseliyor. Kentte en az 4 
							tane daha bazilika var.   
							Oldukça geniş bir alana dağılmış kent kalıntıları 
							arasında, nekropoldeki kaya mezarları, helenistik 
							kule(obruğun güneyinde), hamam ve sarnıçlar 
							bulunuyor. Fotoğraf çekimlerimi yaptıktan sonra yine 
							yola koyuluyoruz. Sırada Elaiussa Sebaste var.
							
							
							Elaiussa Sebaste antik kenti; Anadolu’nun en iyi 
							korunmuş nekropolü, küçük antik tiyatrosu ve 
							birbirinden güzel kabartmalarıyla adım başı tarih 
							kokuyor.							 Adı ‘zeytin’ anlamına gelen 
							Elaiussa, ilk çağlarda anakaraya ince bir kıstakla 
							bağlanan küçük bir adacık üzerinde MÖ 2. yüzyılda 
							kurulmuş. Kentin gelişmesinde zeytin 
							yetiştiriciliğinin yanı sıra, imparator Augustus 
							döneminde Kapadokya kralı Archelaos’un buraya 
							yerleşmesi de etkili olmuş. Archelaos, adanın karaya 
							bağlandığı kıstak üzerine yeni bir şehir kurarak 
							Sebaste adını vermiş. Bilge Umar’a göre bu isim, 
							‘imparator kenti’ anlamına geliyor. MS 74’te 
							Vespasian’ın, Kilikya bölgesini korsanlardan 
							temizlemesiyle kent, altın çağına ulaşmış.
							MS 6. yüzyılda komşusu Korykos (Kızkalesi) 
							kenti gelişmeye başlayınca, Elaiussa Sebaste, tarih 
							sahnesinden yavaş yavaş silinmiş. Yüz yıllar 
							öncesinin büyüleyici güzelliğini görmek, şimdiki 
							zamanımızı kıyaslamamıza ister istemez bizleri 
							içimiz acıyarakta olsa yönlendiriyor. Her bir 
							köşesini fotoğraflamaya çalışıyoruz, belki seneler 
							sonra bunların hepsi tarih sahnesinden birer birer 
							silinecek, tabii ki bizler sahip çıkmazsak.    | 
						 
						
							|   | 
						 
						
							| 
							 
							   | 
						 
						
							|   | 
						 
						
							| 
							 Nihayet Kız Kalesine ulaşıyoruz. Korikos sahil 
							kalesinin 200 m. açığındaki küçük adacık üzerindeki 
							kaleye "Kızkalesi" deniyor. Büyük bölümü ayakta olan 
							Kızkalesi'nin kuzey ve güney uçları sekiz kuleyle 
							korunmuş. Kalenin dış çevre uzunluğu 192 m.dir. 
							Kızkalesi ile sahildeki kale denizden bir yolla 
							bağlanmış, denizden gelecek saldırılara karşı önlem 
							alınmış. Karamanoğlu İbrahim Bey tarafından 1448 
							yılında onarılan Kızkalesi bugün İçel turizminin 
							sembolü haline gelmiştir. Efsaneye göre; Korikos'ta 
							yaşayan Krallardan biri, bir kız çocuğu olsun diye 
							gece gündüz Tanrıya yakarmaktadır. Sonunda dileği 
							yerine gelir ve kız büyüdükçe güzelliği ve yardım 
							severliği ile herkesin sevgisini kazanır.							
							 Günlerden bir gün kente bir falcı gelir. Kral onu 
							saraya çağırtır, kızının geleceğini öğrenmek ister. 
							Falcı prensesin eline bakınca irkilir ama bir şey 
							söylemez. Kral zorlayınca "Kralım" der, Kızınızı bir 
							yılan sokacak. Bu yazgıyı hiçbir şey bozamıyacak der 
							ve siz dahi engel olamayacaksınız deyip oradan 
							ayrılır. Kral, kıza birşey söylemez ama düşüncelere 
							dalar. Sonunda kıyıya yakın küçük bir adacık 
							üzerinde, ak taşlardan bir kale yaptırmaya karar 
							vererek kaleyi yaptırır ve kızını buraya kapatır. 
							Olan biteni bilmediğinden kızı üzülmekte, günden 
							güne eriyip gitmektedir. Günün birinde saraydan 
							kaleye gönderilen bir üzüm sepetinin içinden çıkan 
							bir yılan kızı sokar ve öldürür. Her efsane gibi bu 
							da sanırım bitmesi gerektiği gibi bitmiş. 
														Deniz ve kalenin 
							büyüleyici güzelliği karşısında etkilenmemek mümkün 
							değil. Belki de efsanenin etkisi sardı her birimizi… 
							Denizi içimizde hissedecek kadar yakınız. İçimden 
							bağıra bağıra Orhan Veli’nin dizelerini okuyorum. 
							
							Heyyyy; 
							
							Ne duruyorsun be, at kendini denize: 
							
							Geride bekleyenin varmış; aldırma 
							
							Görmüyor musun? Her yanda Hürriyet 
							
							Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol 
							
							Git gidebildiğin yere.  | 
						 
						
							|   | 
						 
						
							
							
								
									| 
									 
									   | 
								 
								
									| 
									 
									
									Fotoğraf: Ayşe Yüksel  | 
								 
							 
							 | 
							
							 Bizler 
							kendimizi denize atamadık ama Bahar ve derneğimizin 
							maskotu, şirin küçük hanımefendisi Pınar bizlerin 
							yerine attılar kendilerini pırıl pırıl denize. 
							Bizlere modelliğin de alasını yaptılar. Hem eğlendik 
							hem de çekim yaparken dinlendik. Tekrar yollara 
							düştük ve Astım Mağarasındayız.  | 
						 
						
							|   | 
						 
						
							| 
							 Astım Mağarası; Mersin-Erdemli-Silifke hattı 
							üzerinde, Cennet –Cehennem çöküğünün 300 m 
							güneybatısındadır. İçine helezonik demir bir 
							merdivenle iniliyor. Birbirine bağlantılı, toplam 
							uzunluğu 200 metreyi bulan mağaranın 3 galerisi 
							gezilebiliyor. Galeriler çok ilginç, dev sarkıt ve 
							dikitlerle süslü, gerçekten etkileyici oluşumlar. 
							Güzel gölge oyunlarını yakalamak için ideal bir 
							mekan. Sıcaklık ortalaması 15 derece. Nem oranı 
							yazın %85’e, kışın %95 e ulaşıyormuş. Mitolojide 
							ejderha Typhoon’un mekanı olarak kabul edildiği 
							söyleniyor. Çekimlerimizi yapıp dışarıya 
							çıktığımızda ferahlatıcı bir hava ile karşılaşmak 
							müthişti. Oradan ayrılıp bir gözlemeciye kendimizi 
							yine dar attık. Çökelekli, peynirli sıkma ve 
							böreklerini tadını çıkara çıkara yedik, mis gibi 
							ayranlarını keyifle yudumladık. Artık Konya’ya dönme 
							zamanı gelip çatmıştı. 							 							Adım başı birçok medeniyete ait ören yerlerini, 
							kalesini, doğal güzelliklerini gördüğümüz gezimizi 
							00.30 da Konya’ya dönerek noktaladık. Ekip olarak 
							dolu dolu, verimli ve eğlenceli geçirdiğimiz bir 
							geziydi. Selami Bey ve MFD üyelerine yakın 
							ilgilerinden dolayı çok teşekkür ediyoruz. Başka bir 
							FOTOSEL gezisinde daha buluşmak üzere sevgiyle 
							kalın. 
							Sernur 
							BAĞCI  | 
						 
						 
					  
					  
					   
 |